Wizard-13 Projesi
röportaj
Molko'nun son röportajı
Jay Hathaway: Tur nasıl gitti şimdiye kadar?
Brian Molko: Oldukça yorucuydu. 18 aydır turdayız ve 18 ay boyunca turda olmak koroda vaaz vermek gibi. Project Revolution’daki ilk şov bizim için büyük şok oldu. Oraya yeni hayranlar edinmek için cesaretle çıkmıştık ki, karşımızdaki binlerce ilgisiz Linkin Park My Chemical Romance hayranlarıyla kalakaldık. 3 4 konser ve setlist değişiminin ardından, öğleden sonra beşte Linkin Park/ My Chemical Romance hayranlarının bizim mahsulümüz Avrupai Melankoliyle pek hoşlaşmadıklarını anladık. Yüzlerine tokat gibi çarpmasından hoşlanıyorlar. Bu meydan okumayı göze aldık ve bazı eski parçalarımızı çıkardık. Provasını bile yapmadığımız, son üç yılda hiç çalmadığımız parçalardandı. Daha punk, daha direk Placebo’nun hızlı yüzüydü. Bunu bir kere yaptıktan sonra da gerçekten gelişti. Bu; ne kadar uzun zamandır piyasada olursa olsun, her grubun öğrenmesi gereken bir ders. Uyumsal olmalısın ve Darvinci bir tutum benimsemelisin. Yoksa pek çok fırsatı kaçırabilirsin. Bence biz özellikle bunda iyiyiz. Uyguladığımız sadece bir tarzımız yok. Bir Placebo albümünün tamamına yayılmış kapsamlı bir sound yok. Sahne arkası da böyle, pek çok dostluk pek çok eğlence var. Büyük egolar yok, herkes çok cana yakın ve tüm gruplar, özellikle Linkin Park. Birbirimizi yavaş yavaş, günbegün tanıyoruz. Büyük bir yaz kampı gibi
J: Senin çalışmalarını dinlemiş olmalılar ki turda seni de istediler. Peki sen diğer grupları dinledin mi? Daha önceden hayranı olduğun gruplar var mıydı?
B: Linkin Park kaçırılmazdı. Bunun için Lübnan da yaşıyor olman gerek. Yada Lübnan da bile değil, bir kayanın altında yaşaman lazım Linkin Park’ı kaçırman için. Bütün albümleri her yerde var. Linkin Park’a az çok aşinaydık , başından beri ve yüz yüze tanışmak için fırsat kolluyorduk. Daha önceden tanıştığımız gruplar arasında My Chemical Romance var. Birbirimizi tanıyoruz ve önceden beri hoşlanıyoruz. Birbirimizi görmeyi iple çekiyoruz. İngiltere’de bayağı popülerler, bu yüzden Reading gibi yerlerde de görüşüyoruz. Gerard’la biraz daha zaman geçirmem iyi oldu, sadece takıldık. Arkadaş olduk, bilirsin, bence bu harika. Taking Back Sunday single’ını dinledim. Diğer grupları çok iyi bilmiyorum. Gerçi yeni bir keşfim oldu. İkinci sahnede çıkan bir grup var, adları Mindless Self Indulgence. Albümleri neye benziyor hiçbir fikrim yok, ama canlı performansları kesinlikle eşsiz bir deneyimdi. Gerçekten. Bunu laf olsun diye söylemiyorum, her gruba da böyle demem. Bu yüzden MSI’ı canlı izlemeyi kesinlikle tavsiye ediyorum. Sahnede harika geyik potansiyeli olan bir vokalleri var. Çok yüzleşmeci ve küstah. İnanılmaz bir bayan basçıları var, eminim harika bir Suicide Girl olurdu. Geçen gün daha önce sadece Iggy Pop’un yaptığını gördüğüm bir şey yaptı, seyircinin üstünde yürüdü. Crowd surften bahsetmiyorum, direk dinleyicinin üstünde yürüdü; ben böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşünmüyordum, artı üstünde diz üstü botlar ve ekose mini etek vardı. Çok heyecan vericiydi. Sonuçta Project Revolution’dan benim tavsiyem: Mindless Self Indulgence
J: Bence onların böyle bir şeye cesaret etmelerinin nedeni sizinle ortak noktaları; ikinizin de aşırı derecede ciddi ve yoğun hayranları var. Buradaki hayranlık seviyesi bilindik bir şey.
B: Bu doğru. Bu turda bir sürü imza günü yaptık ve bizim sıradakilerin çoğunun üzerinde Mindless Self Indulgence t-shirtleri vardı. Birkaç grubun hayranları arasındaki çaprazlamalar çok ilginç, takıntı ve bağlılık düzeyi de. Bu oldukça ilginç.
J: Amerika’da bunun daha fazlasını almaya başladın mı? Her albümde, biraz daha Amerikalı hayran çekiyorsun… Şu noktada Amerika da bir kulübe gitsen seni herkes tanır mı?
B: Hayır! Hayır; (gülüyor )benim için hava hoş. Kendimi değerli hissetmek için insanların beni tanımalarına ihtiyaç duyan biri değilim. Bazen Londra’da metroyu kullanırım çünkü A noktasından B noktasına ulaşmanın en hızlı yoludur. Beni sahnede izlediğinizde kişiliğimin daha göz alıcı bir yönüyle karşılaşıyorsunuz. Sahnede buna ihtiyacım var, bu sayede kendimin bu yönünü geliştireyim ve açığa çıkarayım. Ama bu albeniyi gündelik yaşantıma taşımıyorum. Bu yüzden sokakta tanınmak arzu ettiğim bir şey değil. Amerika’da bizi takip eden bir kült var. Her gelişimizde biraz daha büyüyor. Bu bizim için de hoş bir şey tabi, 12 yılın ardından böyle bir başarının keyfini çıkarmak… Bu açlığımızı canlı tutuyor. Bizim için son sınır gibi… Tabi ki herkes Amerika’da büyük ve başarılı olmak ister, sağladığı cirodan ötürü, ama ben bunu oldukça büyüleyici buluyorum, şu anda bulunduğumuz düzeyi yani. Eğer büyümezse de, her zaman dönüp Amerika’daki kült grupmuş gibi hissedebiliriz. Bu da harika tabi.
J: Bence büyük olasılıkla daha büyüyeceksiniz, çünkü sizi henüz duymamış seyircilerin olduğu bir turdasınız.Böylece sadece müziğinize odaklanacaklar. Özel yaşamlarınızla gündemde olduğunuz bir dönem atlattınız bu da çok büyük bir yüktü… Bu yeni hayranlar sadece müziğinizle ilgilenebilir.
B: Bence bu fantastik. Bir grubun ne kadar çok gereksiz yükü beraberinde taşıdığını bilemezsiniz. Serbest kalmak harika hissettiriyor.
J: Bu hala sık karşılaştığınız bir problem mi yoksa insanlar bu konuyu aştılar mı?
B: Bence bunun üstesinden gelmeyi başardılar ve artık daha çok müzik üstüne yoğunlaşıyorlar. Demek istediğim İngiltere basınının büyük çoğunluğu bizim hakkımızda yazmıyor artık. Mobilyanın bir parçası haline geldik. Eski çatlamış deri bir koltuk gibi, çok rahattır ama artık orada olduğunun farkında değilsinizdir. İngiltere’deki hayran kitlemiz son on yılda çok büyük gelişme kaydetti, büyümeye de devam ediyor. İngiltere’de ne zaman çalacak olsak Wembley’e çıkıyoruz, tanrı aşkına. Bu bizi etkilemişe benzemiyor. Dürüst olmak gerekirse bunun hakkında pek kafa yormuyorum. İşime, şarkı sözü yazmaya ve olabildiğince özgür olmaya devam etmek istiyorum. Bir enstrümanı elime alıp şarkı yazmaya başladığımda yüksüz olmaya çalışıyorum olabildiğince. Beni ilgilendiren şey, şarkı sözü yazarı/müzisyen olarak kendimi geliştirmek. Daha gidecek çok yolum geliştirecek çok fazla şey olduğunu düşünüyorum. Burada bana bunu yaptıran şeyde bu.
J: Peki müzikal bir yük var mı sırtınızda? Yaklaşık on yıldır ortalıktasınız, şarkı yazarken insanların grup hakkındaki beklentilerinden etkileniyor musunuz?
B: Bilirsin, eğer aniden country şarkılarından ibaret bir albüm çıkarırsak, sanırım bu insanların gerçekten kafasını karıştıracaktır. Bence insanlar Placebo’nun bir rock grubu olmasını bekliyor, bu da benim için fevkalade. Kim olduğumuzu biliyoruz; bundan da memnunuz. Yine de bir rock grubunun tanımı da oldukça oldukça akışkan. Anladığımız kadarıyla; çok çok geniş. Albüm hazırlamayı hesaplanmış bir düşünce yapısıyla ele almıyoruz. “Bu çok rock olmuş bu olmamış” demiyoruz. Gitarla çok sefer fazla gürültü yapan bir grubuz, bu da kimliğimizin bir parçası.Bence sesimde Placebo’nun kimliğinin bir parçası. Stefanın gitar çalması, benim şarkı söylemem bize bu emsalsizliği veriyor. Her albüm kaydımızda bu zor dengeyi sağlamak zorundayız, hem kendimizi yenileyip tekrar etmemeli hem de meydan okumalıyız, aynı zamanda bizi eşsiz yapan şeylere de sırtımızı dönmemeliyiz. Bu yüzleşmeyle her stüdyoya girişimizde karşılaşıyoruz.
J: Bence coverlarınızı ilginç hale getiren de bu. Onlar başka insanların şarkıları ama öyle çalıyorsunuz ki Placebo oldukları belli oluyor.
B: Teşekkür ederim bence iyi bir cover öyle olmalı.
J: Kesinlikle. Ben cover şarkılarınızı nasıl seçtiğinizi merak ediyorum. Neden özellikle bu şarkıları seçmeye yöneldiniz?
B: Bizler 80’lerin çocuklarıyız. Radyoda diskoyla büyüdük ve 80’lerin ana akım popuyla büyüdük. Ama aynı zamanda alternatif ve bağımsız müzik şirketlerin doğuşuna da şahit olduk. Smiths, ve The Cure, Pixies ve Sonic Youth gibi. O çağdaki ana akım müziğin ilgilendiği noktayı ilginç buluyorum. Örneğin Kate Bush’un Running Up Hill’ini, Babushka ve Wuthering Heights’ını alın. Bunlar sonra derece tuhaf, acayip pop şarkıları. David Bowie’nin “ Ashes to Ashes”ı avangart ve gerçekten tuhaf bir şarkı. O çağdan en sevdiğim şey ana akım sanatçıların popun sınırlarını olabildiğince zorlamaları ve pop müziğe avangart bir yaklaşım kazandırmaları oldu. Bence ne yazıktır ki, popülerlik yarışmalarının artışı; ki bence şeytanın bir işi – bu arada “American Idol” gibi saçmalıklardan söz ediyorum- nedeniyle hiçbir kültürel değeri kalmadı. Bence “Karaoke Idol” olarak adlandırmalılar. Bunların varlığının yegane nedeni; TV kanalının cebini doldurup albüm şirketine bir kazanan yaratmak. Pop müziğin avangart yaklaşımının içine eden şey bu bence. Geriye baktığında Blondie’nin “Rapture”u gibi bir şey görüyorsun, aman tanrım! O noktada, neredeyse rap müziği icat ettiklerini söyleyebilirim. Debbie Harry’nin Fab Five Freddie hakkında rap yapmasını dinlemek inanılmaz bir şey. Bu çılgınlık! O öncü ruhun bugünde var olduğunu zannetmiyorum. Bizde şarkıları coverlarken 80’lere dönüp bizi pop müzikle ilgilenmeye iten şarkıları seçmeye meylediyoruz. Johnny and Mary’i Daddy Cool’u Ruth’i seçmemizin nedeni bu. Bu şarkılar bize çocukluğumuzu hatırlatıyor, nostaljik hissettiriyor, bu yüzden bunlarla modern bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
J: Turdayken bir şeyler okuma imkanın oluyor mu? Şu anda ne okuyorsun gerçekten bilmek istiyorum.
B: Şu anda ne mi okuyorum? Bir psikoloji kitabı; Oliver James isimli bir psikologun; adı Affluenza. Kapağında da açıklandığı gibi bir isim. Bulaşıcı bir orta sınıf virüsü ve depresyon, anksiyete, bağımlılık ve sıkıntıya neden oluyor. Başarılı olup akıl sağlığını yerinde tutmanın sırrı hakkında araştırma yapan ünlü bir psikologdan hastalıklı zihinler üzerine küresel bir tur. Bu benim ağır okumam. Hafif okumamda ise Görünmez Canavarlar var, Chuck Pahlanuik’in, Dövüş Kulübünün yazarı. Konusu şekli bozulmuş bir süper modelin içinde sessiz bir canavarı büyütmesiyle ilgili. Bence inanılmaz ölçüde meydan okuyucu bir yazar, pek çok eserini okudum. Aslında dövüş kulübünü okumadım, çünkü filmini çok kereler izlemiştim. Benim imgelemimde bir televizyonu olmayan bir adamın yazdığı her kitap ilgiyi hak eder.
J: Choke’u çok beğenmiştim, favorim odur. Onu okudunuz mu?
B: Evet, Survivor’ı da beğenmiştim. Gerçekten zorlayıcı bir yazar. Çok, çok iğneleyici. Çok uzun süredir ortalıkta sayılmaz ama gerçekten gözlerini açmış. Neyse işte, okumaya vaktim oluyor. Bir sürü boş vaktim oluyor. İzleyebileceğin çok fazla film var, gün içinde sadece pek çok sefer mastürbasyon yapabilirsin.
J: Pek tabi.
B: Kafamı kelimelerle doldurmak zorundayım. Bir şarkı sözü yazarıyım ve kelimelerle çalışıyorum. Bu yüzden okumam lazım çünkü alanda çalışan tiplere maruz kalmam gerekiyor, beni işler hale getirsinler diye, en azından öyle umuyorum.
J: Kesinlikle…
B: Tıpkı yeni fikirler geliştirebilmek için çok miktarda müzik dinlemek zorunda olmam gibi. Diğer insanlarınkileri çalmak gibi değil, tamam, belki öyle. Ama Frank Zappa ne demiş? Kötü sanatçılar borç alır, büyük sanatçılar çalar? Alıntı yapıyorum. Kimseden etkilenmemişiz gibi yapmayacağım; bu komik bir laf olurdu.
J: Üçünüz de grup dışında müzik yapıyorsunuz. Stefan DJ’liğe takıldı. Bu Placebo’nun sınırları dahilinde yapamadığınız şeyler için bir fırsat mı?
B: Bende bir süre DJlik yaptım. Pek çok nedenim vardı bitirmek için, ama yeniden başlayabilirim ileride. Stef Hotel Persona adı altında DJlik yapıyor, bir albüm bile çıkardı. Bence bu onun için güzel bir alan, Placebo içinde keşfedemediği müzikal yönlerini açığa çıkarıyor, bu da gay diskoya benziyor. Bence Hotel Persona’nın varoluş nedeni bu; müzik zevkinin bu yönünü tatmin edik kendini bu şekilde ifade etmek. Bende; Alman süperstar DJ Timo MAAS, yahut Jane Birkin, bir efsane- en azından İngiltere ve Fransa’da- gibi kişilerle çalıştığımda, asıl sebep Placebo olmaması değil; kendimi biraz daha rahat hissetmem. Kendimi sıkmıyorum. Diğer insanlarla işbirliği içinde çalışmanın bu yönünü ilginç buluyorum. İşbirliğine girdiğinizde kontrolden feragat ediyorsunuz. Sonuç diğer insanlara kalmış oluyor. Benim içinde iyi bir ders, bana daha az değer vermeyi öğretiyor. Bir Placebo kaydı esnasında bunu pratiğe dökmeye vakıf olamadım henüz. Ama bilemezsin, belki bir dahaki sefere.
J: Bir süredir turda olduğunuzu biliyorum. Bir sonraki hakkında konuşmaya başladınız mı?
B: İlk olarak ihtiyaç duyduğumuz yeni bir albüm anlaşması bulmak. Bir kere bunu hallettik mi gerisini düşünürüz. (Gülüyor) 18 ay oldu. Şimdi sanırım hepimiz eve dönüp yılbaşına kadar kış uykusuna yatmak istiyoruz. Kendi grubunla olmaktan bıkman pekâlâ mümkün.
J: Stüdyo mu tur mu?
B: Bence hepimiz bu ikisinin çok farklı deneyimler olduğunun farkındayız. Turda olmak saf performans; karakterinin albenili, teşhirci yönünü keşfetmekle ilgili bir şey. Ve çalışırken; bence bütün yüksek sanatta, sanat sana bir adım attığında sende ona bir adım atmalısın, resim yapmak gibi oluyor. Willem De Kooning’in önünde dikilip “anlamadım” diyebilirsin. Ya da bir adım atıp şeyleri görmeye, duyguları hissetmeye başlayabilirsin. Bence en iyi konserlerimiz, seyirci bize bir adım attığında grup olarak onlara yaklaşmayı başardığımız zamanlarda, orta noktada buluşup o sinerjiyi yarattığımız vakit oluyor. Bu gibi zamanlarda sahnede olmak seksten bile daha iyi oluyor. Bu stüdyoda olmaktan çok ama çok farklı bir deneyim, orada hem çok düşünceli hem de disiplinli olmak zorundasın. Bu yaratım süreci performansın tam tersi, Performans büyük “P” ile seyircinin karşısında olduğun zamanlarda oluyor. Çılgın bilim adamı gibi hissediyorsun, farklı içerikleri karıştırıp hangi renkte duman elde ettiğine bakıyorsun. Sakalını uzatabilirsin, stüdyo bronzluğu edinebilirsin, birkaç kilo alabilirsin, önemli değil. Tabi bu aptalca şeyleri stüdyonun ortasına koyduğun web cam önünde yapmazsan. Bence bu oldukça aptalca, çünkü bu web kameraları izleyenler ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında olmuyor çok zaman, ne kadar çok tekrarladığının… Daha önce gördüm, kameradan, miks masasının önünde gazete okuyan tipleri izliyorsun. Bu özel bir ilişki, ve öyle kalsın istiyorum. Bu benim mutlak özgürlük alanım. Canlı performanstaysa; eğer o çeşit bir tur yapıyorsan; Avrupa’da yanımıza kendi yaptığımız görselleri de alıyorduk, oldukça yapılandırılmış olmaya meyilli oluyor. Stüdyo ise çok özgürce bir deneyim. Özellikle hatalar yaptığında bunlar güzel hatalar olabiliyor ve şarkının bir parçası haline geliyorlar. Bir şeye şaşırabiliyorsun, bir yöne giderken farklı bir alana sapabiliyorsun, trene binip Camden’e gitmek yerine kendini Borneo’da bulabiliyorsun. Ve bunun inanılmaz olduğunu düşünüyorsun.
J: Ünden söz açılmışken; şimdiki setliste mecbur kalmış gibi hissettiniz mi? Çalmak istediğiniz başka şarkılar var mıydı bu koşullarda işlemeyeceğini düşündüğünüz?
B: Tabi ki ama sorun değil. Yeteri düzeyde öz disiplin ve esneklikle kendin için çalmayacağın şarkıları diğer insanlara çalabilirsin. Ama bir bağ kurmalısın aksi takdirde bir yalan olur. Sahneye çıkıp yalan söylemek istemezsin. Bir nokta bulup pozisyon alıp bu şarkılarla bağlantını kurmalısın. Başka türlü en başından zahmet etmene gerek yoktur. Bu şarkıyı bir yerlere gömmüş olmalısın. Cesedi mezardan çıkarmalı ve güzel hale getirmelisin. Bunun tek yolu da yeni yaşam havasını üflemektir. Bence biz bu tür meydan okumalardan hoşlanan bir grubuz bu yüzden bizim için sorun değil.
J: Bu her gece olan bir süreç mi yoksa havaya girdiniz mi?
B: Bence artık havaya girdik ama unutma 18 aylık dünya turunun son dört şovundayız. Dünyayı iki kere turladık çoktan.
J: Işığı görüyor olmalısın!
B: (Güler) Hala sahneye çıkıp %110’unu verebiliriz.
J: Bitişe sprint atmak gibi.
B: Kesinlikle bu; bitişe kadar sprint yapacağız. Aslında gitmem gerek. Çok güzel bir röportajdı ama hazırlanma vakti yaklaşıyor. Makyajımı yapacağım.
J: Tamam, iyi şanslar
B: Teşekkürler adamım, seninle konuşmak bir zevkti